II. Sultan Abdülhamid Hân’ın zevcesi Müşfikâ Kadın Efendi, akıllı, dirayetli, umur görmüş ve çile çekmiş bir canlı târih âbidesi idi.
Osmanlı Hânedânı’nın kadın âzâsına 30 sene sonra devletçe Türkiye’ye dönmek müsaadesi verilince Sultan Abdülhamid’le Müşfikâ Kadın Efendi’nin kızı olan Ayşe Sultan da vatana dönmüştü. Akıllı bir anne ile dâhi bir devlet reisi olan babası Sultan Ha-mid’in zekâ, vekâr ve dirayeti mirasına konmuş olan Ayşe Sultan, yıllar yılı üstüste birikmiş acılarla pişmiş, ezilmiş, ancak şahsiyet yapısında bir tereddi meydana gelmemişti. Saltanatlı görünüşüne rağmen alçak gönüllü ve çok mütevazı idi.
Dünyânın germ-ü serdini görmüş bu kökten asil ana kızı her ziyaretimde, adetâ kütle adına bir özür dileyiş, bir mahcubiyet ve bir açığı kapamak duygularının tesiri vardı. Gerçi bu babta ne ben bir şey söylüyordum ne de onlar maruz kaldıkları çirkin ve haksız muamelelerden tek kelime söz ediyorlardı.
600 sene Osmanlı tahtında oturmuş idare ve iktidarlarının yekûnu içindeki şan ve şeref sahifeleri ağır basan bir hanedan azasını kadını erkeği çoluğu çocuğu ile üç gün içinde memleketten sürüp çıkarmağı reva görmüş kararda şahsen bir gûnâ taksirim yoksa da, hâdiseye, «Beni âdem yek diğerinin âzâA
II. Sultan Abdülhamid Hân’ın zevcesi Müşfikâ Kadın Efendi, akıllı, dirayetli, umur görmüş ve çile çekmiş bir canlı târih âbidesi idi.
Osmanlı Hânedânı’nın kadın âzâsına 30 sene sonra devletçe Türkiye’ye dönmek müsaadesi verilince Sultan Abdülhamid’le Müşfikâ Kadın Efendi’nin kızı olan Ayşe Sultan da vatana dönmüştü. Akıllı bir anne ile dâhi bir devlet reisi olan babası Sultan Hamid’in zekâ, vekâr ve dirayeti mirasına konmuş olan Ayşe Sultan, yıllar yılı üstüste birikmiş acılarla pişmiş, ezilmiş, ancak şahsiyet yapısında bir tereddi meydana gelmemişti. Saltanatlı görünüşüne rağmen alçak gönüllü ve çok mütevazı idi.
Dünyânın germ-ü serdini görmüş bu kökten asil ana kızı her ziyaretimde, adetâ kütle adına bir özür dileyiş, bir mahcubiyet ve bir açığı kapamak duygularının tesiri vardı. Gerçi bu babta ne ben bir şey söylüyordum ne de onlar maruz kaldıkları çirkin ve haksız muamelelerden tek kelime söz ediyorlardı.
600 sene Osmanlı tahtında oturmuş idare ve iktidarlarının yekûnu içindeki şan ve şeref sahifeleri ağır basan bir hanedan azasını kadını erkeği çoluğu çocuğu ile üç gün içinde memleketten sürüp çıkarmağı reva görmüş kararda şahsen bir gûnâ taksirim yoksa da, hâdiseye, «Beni âdem yek diğerinin âzâsıdır» diyen Şîrazlı Sadî’nin anlayışı merkezinden bakınca, elbette benim, bizim, hepimizin ve herkesin bu muamelede bir mes’uliyet ve utanç payı olmalı idi.
II. Sultan Abdülhamid Hân, devrinin kuvvetli hariciyecilerinden olan o devrin Paris Sefiri Münir Paşa’nın büyük kızı ile bir gün konuşurken söz, Saray’a ve Ayşe Sultan’a intikal etmişti. Sultan’ın düğününden bahsederken yatak odasını anlatmış ve tavandan inen cibinliğin yakut, zümrüt ve elmaslarla işlenmiş olduğunu söylemişti.
Ayşe Sultan memlekete döndükten sonra annesi Kadın Efendi’yle birlikte Serencebey Yokuşu’nun üstündeki, Saray’ın eski uşak dâiresinde kirayla oturuyorlardı. Üç oğlundan yalnız bir tanesinin memlekete girmesine müsaade edilmişti. Zira bu zavallı genç, aklen de bedenen de alil ve bakıma muhtaçtı. Konuşamıyor, anlamıyor yalnız iç parçalayıcı bir sesle bağırıyordu. Adige ismindeki Çerkez kalfa, bu bîçâre hastanın sâdık dadısı idi.
Ayşe Sultan’ı ziyaret edip de dertlenmemek kabil değildi. Güneşten solup erimiş perdeler, dökük duvarlara çiriş sürülmüş bezle yapılmış yamalar, bastıkça oynayan döşeme tahtaları ve bütünü ile dekor çok hazindi. Fakat kızına kavuşmuş olmaktan mes’ud olduğunu saklamayan Kadın Efendi ve yaşadığı hayattan şekvası olmayan Sultan, adetâ insanın içindeki hüznü çekip alıyorlardı. Sultan sanki kendi hayatından değil de bir başkasının yaşadığı günlerden bahseder gibi Paris’de geçirdiği yılların hâtıralarından pek az söz ederdi. Kendisi el işi yapıyor ve oğlu da bunları satarak geçimlerini temin ediyorlardı.
Amma bu imkân da günün birinde yok oluvermişti. Zira II. Cihan Harbi en ateşli devrine girmiş ve Almanlar Paris’i işgal etmişlerdi. Maddî imkânı olan Fransızlar ve yabancılar şehri terk etmişler, ancak yolculuk yapmaya güçleri olmayanlar Paris’de kalmışlardı. Tabiî Ayşe Sultan’la çocukları da bu kalanlardandı. Şehirde gıda maddesi diye bir şey bul- -mak kabil değildi.
Nihayet Almanlar, semt semt, mahalle mahalle ekipler hâlinde dolaşarak nüfus tesbiti yapmaya başlamışlardı. Bir gün sıra kendi bulundukları apartmana da gelmişti. Heyet onların da dâirelerinin kapısını çaldı ve Sultan sorulan suâllere pasaportunu göstererek cevap verince, kapıdaki askerî ekip, derhal esas vaziyeti alarak, selâm durdu ve işgal müd-detince hergün, ekmeklerini ve ihtiyaç maddelerini getirdi.
Ayşe Sultan, Babam Abdülhamid Hân isimli bir kitap neşretti. Fakat hâtıra çeşnili bilgiler çerçevesini aşmayan bu basit eserde Sultan Abdülhamid’in siyâsî şahsiyetini ve idareci hüviyetini görmek elbette mümkün değildir. Nice yıllardan sonra memleketine sığıntı gibi kabul edilmiş bir kimse olarak, devrin anlayışına ters düşebilecek davranışlardan elbette kaçınması lâzımdı.
Üzüldüğü bir nokta, tarihçi İsmail Hâmî Daniş-mend’in kendisinden pekçok vesîka aldığı ve bütün ısrarlarına rağmen bunları geri vermediği keyfiyeti idi.
Bir de, Sultan’ın neşredemediği ve târihe ışık tutacak siyâsî hâtıraları olduğunu biliyorduk. Ancak, ölümünden sonra bunun kimin eline geçtiği, iki oğlundan hangisinde olduğu veya olmadığı hâlâ sır olarak kalmaktadır.
Şu da doğru veya rivayet olduğu hakkında kat’î bilgim bulunmayan bir başka keyfiyettir ki, 33 sene Yahudi ve haçlı tazyikine göğüs gerdiği hâlde, sonunda gene de Batılı ve bilhassa Yahudi menfaati adına tuzağa düşürülmüş basiretsiz ve kiyâfetsiz İttihâd ve Terakki iktidarının eliyle Osmanlı tahtından indirilen II. Abdülhamid’in bir torununun, yâni Ayşe Sultan’ın oğlunun mason olduğu söylentisidir. Hâlâ bu rivayetin sıhhatine kail değilim.
Yahudiler bu genci de tuzaklarına düşürmüşler-se, Pâdişah’tan tam intikam almışlardır demektir vesselam.
(Sâmiha Ayverdi – Ne İdik Ne Olduk – Sh. 45-48)
İlk yorum yapan siz olun