Sezai Karakoç, Mehmed Âkif kitabında, Sultan Abdülhamit’in başa geldiği yıllardaki siyasetinde, yaşlı kadroyla devleti yönetirken, genç kadroyu da oyalayarak vakit kazanıp asıl kurtarıcı kadrosunu yetiştirmeye çalıştığı dönemin meyvesi olarak Mehmed Âkif’i gösterir. Sultan Abdulhamid’in Karakoç’un tabiriyle yekpâre aydınlar zümresi yetiştirmesi için yaptığı çalışmalar, açtığı mektepler, mülkiyeyi sağlam zemine oturtma çabaları, devletin bu süreçte ayakta kalabilmesi ve ilerisi için de toparlanabilmesi adına önemli bir adımdı. Zira gittikçe kuvvetlenen ve yaralarını saran bir devletin sonunun yaklaştığı düşünen dış güçler, bir olup hasta ama yaralarını sarmaya başlayan devletin üzerine yüklenecekler, yaralarını sarmasına izin vermeden topraklarını kendi aralarında paylaşacaklardı.
Mustafa Armağan‘ın, Timaş yayınlarından yayımlanan son kitabı Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı 2, Sezai Karakoç’un Mehmed Âkif kitabındaki yukarıda bahsetmiş olduğumuz bölümüyle başlıyor. Mustafa Armağan’ın daha önce yayınlanan Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı kitabının devamı niteliğini taşıyan kitap, “Abdülhamit kimdir?” sorusunun cevabının iyi ya da kötü bir şekilde verildiğini ama “Abdülhamit nedir?” sorusunun hâlâ muallâkta olduğunu altını çizerek başlıyor.
Sultan Abdülhamit’in 33 yıllık hizmet zarfında, kimler için karanlık dönem olduğunu araştıran yazar, Abdülhamit’in bir “fikir” olduğunu, O’nun kendisini bu milletin -ırk anlamında değil- yaşama azmine, mücadele niyetine ve var olma iradesine adayarak, hani çalışmaların temelini oluşturduğuna dair özgün belgelerle yaşanan oyunları tarih ile bir köprü kurarak anlatıyor. Millet olarak şu anki ufkumuzun yüksek olmasında var olagelen sonuçların, başarıların zeminini hazırlayan Sultan Abdülhamit’in, tarih aynasında ufkunun ne kadar geniş olduğu, sis tabakasından arınarak özgün belgelerle ortaya konuluyor kitapta.
Abdülhamit’in oynanan oyunları ve tuzakları bozmaya dayalı geliştirdiği, karşı oyunlar oynayan küresel aktör kimliği üzerine örnekler sunan yazar, Abdulhamid Han’ın Aşiret Mektebi’nin kuruluş amacında bile Osmanlı’nın geleceğine yatırımlar yapma arzusu ve iştiyakının olduğunu belirtiyor (s. 21). Cape Town’da açtırdığı okuldan, Arapça okuma imkânı bulamayan Malaylar için hazırlattırdığı Kuran’a, Singapur’daki Abdülhamit müzesinden, Filipinlerin Mindanao adasında bulunan Zamboanga’ya kadar dünyanın dört bir tarafıyla temas kuran Abdülhamit’in “baş aktör” kimliği hakkında, henüz yeteri kadar çalışma yapılmadığını kaydeden Mustafa Armağan, Abdülhamit’in ilkelerini şu başlıklar altında özetliyor:
a) Otokrasiye (tek adam yönetimine) bağlılık,
b) Muhafazakârlığa inanç,
c) Merkeziyetçilikte ısrar,
d) Sosyal, askeri ve ekonomik reformlar,
e) Sıkı maliye politikası,
f) İslam’a bir din ve bir sosyal ve siyasi ideoloji olarak özel önem verilmesi,
g) Her alanda aşırı ihtiyatlı ve tedbirli olmak. (s. 33)
Rönesans araştırmacılarından Julian Raby’nin “Paradoksların Sultanı” tabirini her ne kadar Fatih Sultan Mehmed için kullanmışsa da, Mustafa Armağan, bu tabirin Sultan Abdülhamit Han için de fazlasıyla geçerli olduğu görüşündedir. 1976-1909 tarihleri arası sis perdesini aralamak için Abdülhamit’i birkaç yönden inceleyen yazar, kitabı beş bölümden oluşturmuş: Abdülhamit’in Dünyası, Osmanlı’yı Ayağa Kaldırmak, Sınırların Ötesinde, Bir Darbenin Anatomisi, Soruların Ağında Abdülhamit. Başlıklardan anlaşılacağı üzere, Abdülhamit’in özel hayatından dış ülkelerle olan ilişkilerine, karalama kampanyalarından açıklanmayan yönlerine, yurdu demir ağlarla örme isteğindeki amacından hasta devleti ayağa kaldırma yöntemlerine, icraatlarına, entelektüel yönüne tahlillerde bulunarak, bir dizi okumalardan oluşuyor kitap.
1948’de David Ben Gurion’un İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıklarken arkasında Abdülhamit’ten toprak koparmak için yıllarca ter döken ama başarılı olamayan Theodor Herzl’in fotoğrafını asmasını sorgulayan Armağan, Abdülhamit’in siyonizmle olan dansına da değinmiş. Avrupa’da zulüm görmekte olan Yahudi halkı için Filistin’den toprak parçası amacıyla sık sık Yıldız Sarayı’na gelen T. Herzl ile birlikte yaşanan oyunları, yararlandığı kaynakları da belirterek konuyu net bir şekilde özetlemiş. Hazır lafı gelmişken, kitapta yer yer bölüm sonlarında bulunan “Meraklısı için notlar” kısımları da, konuyu araştıracak, o konu hakkında okuma yapmak isteyecek okurlar için önemli. Örneğin “Abdülhamit’in siyonizmle dansı” bölümünün sonunda Theodor Herzl’in beş cilt tutan ve aslı Almanca olan günlüklerinden, günlüklerinin içeriğinden ve kitabın önceki çevirilerinden bahseden Armağan, Theodor Herzl ile Abdülhamit arasında oynanan diplomatik satranca da değiniyor.
Kitapta bulunan okuma parçaları da kitabı zengin kılmış. Hemen hemen her bölümün sonunda gün yüzüne çıkmamış belgeleri derleyip toparlayarak bölüm sonlarına eklemiş yazar. Yalnız burada bir hususu belirtelim, Theodor Herzl-Sultan Abdülhamit bölümünde okuma parçasında Abdülhamit Han’ın T. Herzl’e yazdığı cevabı İngilizce olarak, çevirmeden alıntılamış Armağan. Çevirip alıntılasaydı İngilizce bilmeyen okurlar için de daha iyi olacağı kanaatindeyim. İkinci bir husus da, Armağan’ın 1893 yılında düzenlenen Chicago Dünya Fuarı’ında İslamiyeti temsil eden isminin başına “Muhammed” ekleyen Alexander Russell Webb’den bahsederken “İslamiyet’in Amerika’daki misyoneri” şeklinde söz etmesi şık bir ifade olmamış. (s. 196) Armağan, Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlüğü’nde de geçtiği üzere misyoner kelimesini ikinci anlamı olan “kendini bir fikrin yayılmasına adamış kimse” olarak kullansa da, kelimenin ilk anlamı “Hıristiyanlığı yaymayı vazife edinmiş kimse”dir. Kendi medeniyetimize ait kavramları kullanmamızın, özellikle yazı konusunda dikkat etmemizin gerekliliği,Osman Toprak‘ın Dil ve İmkân kitabını hatırlattı. Özetle, dilin kültürden beslendiği için aynı zamanda bir kültürü de ifade ettiğini, dolayıyla da kendi medeniyetindeki kavramları öğrenmeden yabancı dillerle karşı karşıya getirilen insanın dil ile birlikte o dilin kültürünü de öğreneceğini söylemiştik. İnsanın kendi dilinin kavramlarına, yitik değerlerine, düşünsel yapıtlarına, edebiyatına, folkloruna, içinde yaşadığı topluma yabancılaşma ‘dil’den başlayacağından, bir medeniyet dil ile inşa olur, diline yabancılaşarak da çöker. Müslüman, hayatının her anında “tebliğ” vazifesinin bilincinde olacağından, İslamiyet’te Hıristiyanlıktaki gibi bir “misyoner” algısının/kavramının olmadığını, bu şekilde kullanmanın dilimize yakışık kalmadığını da söyleyelim.
Armağan, kitabın sonlarını Abdülhamit’in içki içmemesi, Abdülhamit’in Said Nursi ile karşılaşıp karşılaşmadığı, sansür meselesi gibi merak edilen sorulara ayırmış. Kitapta bahsetmediğim Abdülhamit’in Mustafa Kemal’i gençken hapse attırması, yurdu demir ağlarla örerek ulaşımın temellerini atması gibi ilginç orijinal bölümler de var. Abdülhamit ile yaptığı okumalarında yakın tarihe el atan yazarın, Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı serisini devam ettirmesini bekliyoruz. Magazin tarihçiliğinden uzak, belgeli okumalarını edebi bir dille süslemesi, Mustafa Armağan’ın kitaplarını akıcı kılıyor.
Yunus Emre Tozal
http://www.milligazete.com.tr/makale/abdulhamit-bir-fikirdir-146978.htm
İlk yorum yapan siz olun