ABD’nin Osmanlı dönemindeki son büyükelçilerinden (1913-1916) Henry Morgenthau’nun, Ermeni soykırımı konusunda birinci dereceden etkili olmuş ve Amerika’da Türkiye aleyhtarlığını fişekleyen “Secrets of the Bosphorus” adlı hatıralarında II. Abdülhamid’den sürekli “Kızıl Sultan” veya “Kanlı Sultan” diye söz etmesi, yazdıklarının ‘objektifliği’ hakkında bir ipucu verebilir. Ancak bir Alman Yahudisi soyundan gelen Morgenthau’nun kini, Ermeni soykırımı veya Abdülhamid’le sınırlı kalmaz. O, Osmanlı’da olumlu hiçbir şey bulunabileceğine inanmaz:
“Türk’ün beş yüzyılda elde ettiği medenî inceliklerin tamamı, insafsızca hor gördüğü tebasından alınmıştır. Dini Araplardan gelir; dili [ancak] Arapça ve Farsça unsurlardan ödünç alınmak suretiyle belirli bir edebî değere ulaşmıştır; yazısı Arapçadır. İstanbul’un en nefis mimari anıtı olan Ayasofya Camii, aslen bir Hıristiyan kilisesidir ve pratikte bütün Türk mimarisi Bizans mimarisinden türemiştir…”
Bu sözler yabancımız değil. Bugün içimizde de nice “Morgenthaular”ın var olduğunu ve bir zamanlar “onlar”ın olan düşüncelerin zamanla nasıl “kendi” düşüncelerimiz haline dönüştüğünü göstermek için verdim bu örneği. Sanki Amerika’nın dini Amerika’da icad edilmişti; sanki Amerikalılar bir başka kıtanın dilini ve edebiyatını kullanmıyorlardı; sanki Amerikalıların kullandıkları alfabe, kendi kıtalarında icaD edilmişti. İnsan bir başka toplum hakkında ahkâm keseceği zaman önce kendine bakmalı değil mi?
Neyse, Morgenthau’nun hatıralarına günün birinde sıra gelecek nasıl olsa. Değerlendirmelerimizi ileriye erteleyerek şu sözde “Kızıl Sultan”a Amerikan büyükelçisinin neden düşman olduğu meselesini biraz eşeleyelim. Bakalım altından neler çıkacak?
Neydi sahiden de Morgenthau’ya, Abdülhamid Han hakkında, “tarihte bilinen en korkunç canavarlardan biri” (4. baskı, Londra: 1918, s. 188) dedirten kötülük? Sıraladığı sebepler arasında bir tanesini gösteremez ki, aynı tehditlerle, hatta yüzde biriyle karşılaşan bir Amerikan Başkanı (hayranı olduğu Woodrow Wilson dahil) elini kolunu bağlayıp seyretsin olan biteni. Gösterebildiği tek suç, vatanını Avrupalı emperyalistlere kaptırmamak için çırpınmasıdır ki, aslında Abdülhamid’in Yahudilere Filistin topraklarını satmayı reddetmesi bile, ‘normal’ bir Amerikalının alkışlaması gereken vatanseverlik değil de nedir? Bence Abdülhamid’in asıl suçu, bundan da büyüktü. ABD’yi bir ‘koz’ olarak kullanmaya kalkmıştı!
Vahdettin Engin’in yeni yayınlanan “Abdülhamid ve Dış Politika” (Yeditepe Yay., 2005) adlı çalışmasında bu kozun nasıl oynandığı, belgeleriyle ortaya konulmuş durumda. Padişahın sadrazama yazdığı 13 “hususî irade”nin metnine baktığınızda 1893’ten 1908’e kadar geçen 15 yıl içerisinde (yani Morgenthau’nun göreve başlamasından 5 yıl öncesine kadar) Abdülhamid’in, bir yandan ABD silahlarıyla ordusunu donatırken, öbür yandan kendi çıkarları doğrultusunda tavrını koyabildiğini ve bir Osmanoğlu olduğunu hiçbir zaman unutmadığını görürsünüz.
Mesela 13 Ocak 1986 tarihli iradede Çanakkale Boğazı’ndan geçmek isteyen Bankroft adlı Amerikan gemisine, ABD, Paris Antlaşması’na imza atan devletlerden olmadığı için izin vermiyor. 20 Aralık 1897’de ise bu defa Erzurum’da bir konsolosluk açılması gündemdedir. Cevap: “ABD’nin Erzurum’da bir konsolosluk açmasına gerek yoktur, çünkü orada ABD vatandaşı yoktur. Amerikan sefaretinin böyle gereksiz bir konuda ısrarcı olması uygun görülmediğinden talebinin geçiştirilmesi Padişahımız Efendimiz Hazretlerinin emir ve iradeleri gereğidir.” Nasıl? Mesele yavaş yavaş aydınlanıyor değil mi?
Devam öyleyse. ABD ısrarla İstanbul’da bir büyükelçilik açmak istemektedir. Ancak Abdülhamid dış politikada iyi kötü kurmaya çalıştığı dengeye yeni bir aktörün girmesinin Osmanlı çıkarlarına uygun düşmeyeceğine inanmıştır. Bunun için de şu gerekçeyi gösterir: “Bizim Washington’daki temsilciliğimiz de Orta Elçi düzeyindedir. Bu talep, Osmanlı Devleti’nin Washington sefareti, büyükelçiliğe yükseltilmedikçe kabul edilemez!” 1898’de ABD bu defa Ermeni Patırtısı’nın tazminatını ödettirmeye çalışmaktadır İstanbul’a. Tehditlerin bini bir paradır. Ama Abdülhamid yine yılmaz, yine bir irade çıkarır: “Her ne ad altında olursa olsun tazminat talebinin yerine getirilmesi, olaylarda sorumluluğun kabulü anlamına geleceğinden, hiçbir şekilde tazminat ödenmesinin söz konusu olmadığı ABD sefirine hatırlatılmalıdır.”
Nihayet Harput’a (eski Elazığ) bir ABD konsolosu atanır. Ancak yapılan araştırmada bu kişinin Osmanlı vatandaşı bir Ermeni olduğu ve sonradan ABD vatandaşlığına geçtiği anlaşılır. Oysa ABD ile yapılan antlaşmaya göre bölgeye atanacak kişi, eski Osmanlı vatandaşı olamayacaktır. Bu nedenle göreve başlamasına engel olunması irade olunur. Tarih: 3 Aralık 1900’dür. Oysa aynı yıllarda Abdülhamid, ABD’nin silah şirketleriyle görüşmelerine devam etmekte ve Connecticut’taki bir şirketten Türkiye’de hafif silah fabrikası kurmasını istemekte, Amerikan Bahriyesi’nden General Bucknam’ı âlâ-yı vâlâ ile “Paşa” yapıp hizmetine almakta ve o zamanlar henüz bıyığı terlemiş bir bahriyeli subay olan geleceğin “Hamidiye kahramanı” Rauf Orbay’ı, Bucknam Paşa ile birlikte kruvazör ve denizaltı alımı için ABD’ye göndermekteydi.
Daha da ilginci, Bucknam Paşa’nın, kendisine anlatılan “denizcilik düşmanı” Abdülhamid görüntüsü ile kendisini gemi ve denizaltı almaya yollayan “denizcilik meraklısı” Abdülhamid görüntüsünü bir türlü bağdaştıramayışıdır. Nitekim Rauf Bey’e içine düştüğü şaşkınlığı şöyle dile getirmiştir: “Bilmece gibi bir adam. Hem de çözülmesi çok çok çok zor bir bilmece!” Bu bilmeceyi çözdüğümüzde, göreceğimiz resim, emin olun, Morgenthau’nunkinden çok çok çok farklı olacaktır.
İlk yorum yapan siz olun