Abdülhamid’in İngiltere’den kuşku duymakta haklı sebepleri vardı, çünkü “Türk düşmanı” Gladstone’un başında bulunduğu bir İngiltere’ydi karşısındaki. Kırım Harbi yıllarındaki müttefik ve dost İngiltere gitmiş, yerine, önce Kıbrıs’a, sonra da Mısır’a el koyan yırtıcı bir hasım gelmişti. Abdülhamid’in de İngiliz siyasetini okuma biçimi değişecekti doğal olarak. Hamleye karşı hamle gerekirdi bu oyunda; hamle
yapmadığınızda ise ya uyutma taktiğini devreye sokmanız gerekiyordu ya da büyük taviz yerine küçük taviz oyununu oynamanız. Abdülhamid de İstanbul’u kurtarmak için Kıbrıs’ta geçici İngiliz yönetimine içi kan ağlayarak evet demişti. Anlaşma geçiciydi ama İngilizlerin gözünü Kıbrıs da doyurmamıştı. Şimdi Mısır’a el koymakla meşguldü.
Mısır Hıdivi İsmail Paşa Sultan Abdülaziz’den dış borç alma imtiyazını kopardıktan sonra çılgınca bir borçlanma sarmalına girmişti. Sonunda deniz tükendi. Borcunu ödeyemeyeceğini söyleyerek bu defa elindeki Süveyş Kanalı hisselerini satılığa çıkardı. Fransa geç kalmıs, İngilizler tahvilleri çoktan kapatmıştı.
Ama İsmail Paşa’nın derdine derman olamamıştı bu para da. Kahire Sarayı’ndaki sefahat son sürat devam ediyor, borçlarını ödemeye ise yanaşmıyordu. Sonuçta Osmanlı Devleti’ne bağlı imtiyazlı bir ülkeydi Mısır ve borçlardan nihai sorumlu, Osmanlı Devleti’ydi.
Mısır karışmış, isyan sesleri duyulmaya başlamıştı. Subaylar Arabi (veya Urabi) Bey’i lider seçerek haklarını savunmak istediler. Sonunda Abdülhamid dayanamadı ve İsmail Pasa’yı azletti ve yerine, büyük oğlu Tevfik Paşa’yı atadı. Olaylar yine durulmayınca, Abdülhamid Hidivliği lağvetmeyi bile düşündü. Önce Arabi Bey’i desteklediyse de, Arap milliyetçiliği yapması hoşuna gitmedi. Arabi Bey, bütün Avrupalı memurların işine son vermişti. İngiltere ve Fransa zaten müdahale için bahane arıyorlardı. Ancak bu defa taktik değiştirmişlerdi. Doğrudan kendileri müdahale etmeyecek, Osmanlı askeri, kendi çıkarlarını korumak üzere Mısır’a yollanacaktı.
Görünüşte Osmanlı Devleti’ne “tezkere” verilir gibiydi. Abdülhamid tecrübesiz ve havuç peşinde koşarken evindeki tarlayı kaybeden türden acemi bir yönetici olsa Mısır’a asker yollar ve böylece Mısır halkını karşısına alır, dolayısıyla Mısır’a belki erkenden veda ederdi. Ama o, etrafının kurtlarla çevrili olduğunun bilincindeydi. Önüne atılan ilk havucun peşinden koşmadan önce iki kere düşünecek kadar tecrübeliydi. Bu tuzağa düşmedi. “Zira Türk askeriyle Mısır’daki milliyetçi hareketi
emperyalist Avrupa devletleri yararına bastırması, bütün İslam dünyasındaki halifelik prestijini zedeleyecekti. (1)
Sultan Abdülhamid, Arabi Paşa’dan soğumuştu. Görünüşte İngiltere’ye ve Fransa’ya karşı bir hareketin başında idi Arabi Paşa; fakat Mısır’ın içinde bulunduğu nazik durumu kavramaktan acizdi. O çağda kabadayılıkla iş yapılamayacağını göremedi ve Başbakanlığa kadar yükseldiği Mısır’da halk galeyana gelip de İskenderiye’deki Avrupalı tüccarların mallarını yağmalamaya, kendilerini de öldürmeye başlayınca müdahaleye zemin hazırlanmış oldu. İskenderiye limanında bulunan İngiliz donanması 6.5 saat boyunca şehri bombaladı. Ardından da işgal başladı. 15 Eylül 1882’de, Yavuz Sultan Selim’den 365 yıl sonra İngilizler Kahire’ye girmiş oldu. Abdülhamid işgali tanımadı, protesto etti etmesine ama, her fırsatta geçici
olarak Mısır’a girdiklerini söyleyen İngilizleri çıkartmak mümkün olamadı. Böylece milliyetçi Arabi Paşa, ülkesine en büyük kötülüklerden birini yapmış oldu.
Ancak Osmanlı Devleti’nin hemen teslim olduğunu zannetmeyin. Çünkü bu işgalin hukukî bir dayanağı yoktu. Fiilî bir işgaldi, daha doğrusu bir emr-i vâki. Yine Osmanlı mülküydü Mısır, yine vergi ödüyor, atamaları İstanbul yapıyordu ama kontrol İngilizlere geçmişti. Bu da yeterliydi zaten bir sömürge imparatorlugu için.
(1) Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt 7, İstanbul 1978, Ötüken Yayınevi, s. 196.
Mustafa ARMAĞAN – Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı