Sultan II. Abdülhamit döneminin kültür hayatı bugüne kadar sağlıklı bir biçimde değerlendirilememiştir. Çünkü o dönemin muhalifi olan İttihatçıların II. Meşrutiyet sonrası her şeye hâkim olması, Mütareke ve Cumhuriyet dönemleri boyunca da aynı dünya görüşüne mensup insanların kültür hayatını yönlendirmesi yüzünden o döneme tek yanlı bakış var. Bu da Tanzimat Fermanı’nın kültürel hedeflerine ulaşmaya çalışan Abdülhamid’in eğitim seferberliğine girişen maarif politikasını bile çarpıtır.
Özellikle 33 yıl süren bu dönemin istikrarlı ama sınırsız özentiyle geliştirilen batıcılık açısından baskıcı karakterinin tabii sonucu olarak sosyal ve siyasal hayatla ortaya çıkan kültür ve sanat faaliyetleri, kısıtlı bir hürriyet atmosferinde oluşmuştur. O dönemin şiirinin de bu baskı atmosferinden kendini kurtarması mümkün değildir. Esasen sansürün sanata çok yönlü etkisi olur ve bazı kısıtlamaların her zaman kötü sonuçları olduğu da söylenemez. Fakat bu kısıtlayıcı tavrın topluma yansıması da önemli.
Elbette sansür her sanat dalında aynı etkiyi oluşturmaz ve kültür hayatıyla sanat faaliyetlerinde bir dizi modalarla gelişen farklı bir hastalığa dönüşebilir. Bu anlamda, Sultan II. Abdülhamit döneminin kültür hayatı çok yönlü araştırmalara konu olacak niteliktedir. Eğer bu dönemin istikrarlı kültür ve eğitim politikası olmasaydı, Tanzimat edebiyatının ülkücü karakteri Milli Edebiyat dönemindeki gibi sığ bir atmosferde sürer gider, İkinci Tanzimat Nesli, Ara Nesil ve Servet-i Fünun yazarları ortaya çıkamazdı. Bu bakımdan 20. yüzyılın başında Yeni Edebiyat adına üzerinde durulacak nitelikte bazı metinler ortaya çıkabilmişse, bunları II. Abdülhamit dönemi kültür hayatının zenginliğine borçluyuz.
Toplumun romanı ve hikâyesi
Meclis-i Mebusan’ın Sultan II. Abdülhamit tarafından kapatılmasıyla birlikte siyasal faaliyetlerin tatil edilmesi, Avrupai düşüncelere sahip Jön Türklerin ülkedeki faaliyetlerini kültürel alanla sınırlamalarına sebep oldu. Bunun sonucu olarak, Tanzimat sonrası edebiyat anlayışını benimseyen şair ve yazarların gazeteci ve politikacı dikkatlerle oluşturdukları sığ bir ürün kalabalığıyla karşı karşıya kalındı. Öyle ki, vatanperverlik duygusunu benimsetmek için basit bir sahne diliyle yazılan Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre piyesinin 100’den fazla benzerinin sonraki yıllarda yazıldığı bile söylenir.
Namık Kemal’in İntibah romanı çizgisinde pek çok roman yazıldığını, Cezmi adlı tarihi romanından çok bununla Türk romanının etkilediğini ifade etmek durumundayız. Romantik üslûbunun İkinci Tanzimat nesli tarafından realizme kayan bir tarzda sürdürüldüğünü söylemek de mümkün.
II. Abdülhamit döneminde eser veren entelektüel şahsiyetlerin üzerinde ağır bir siyasî baskı olduğu söylenir ki, bu da onları basit söylemlerden soğuttuğu gibi bazen nitelikli eserlere de yönetmiştir. Her biri birer romanıyla dikkati çeken Samipaşazâde Sezai’nin Sergüzeşt, Mizancı Murad’ın Turfanda mı Yoksa Turfa mı, Recaizâde Ekrem’in Araba Sevdası ve Nabizâde Nâzım’ın Zehra gibi eserleri dikkate değer. Bunların II. Abdülhamit dönemini yansıtan birer ilk eser olduğuna ihtimal vermek zor ve Servet-i Fünun romancılarına hareket noktası olmaması gerçekten romanımız için bir talihsizliktir.
Daha da önemlisi, Ahmet Mithat Efendi gibi hikâye ve romanın her türünü denemiş ve oldukça da başarılı örnekler ortaya koymuş bir birikimden yararlanmayı hiç düşünmemiş, kendi edebiyat geleneğini hepten inkâr eden bir tavırla eser vermiş bu neslin kayıp bir nesil olduğunda hiç şüphe yok. Fakat ironik olan şey şu: Bu yanlış ve kayıp neslin yanlış ve köksüz edebiyat anlayışı hâlîtibarda…
Bu toplumun romanıyla hikâyesini yazmaktan çok kendi hülyalarıyla dar çevrelere ait meselleri yazarak yazı hayatına başladıkları görülen Halit Ziya ile Mehmet Rauf’un ciddi bir sosyal endişe taşımadıkları görülüyor. Birer devlet memuru olarak sürdürdükleri günlük hayatın içinde bulundukları toplum ile devletin tarihi ve coğrafyasıyla da ilgisi olduğu söylenemez.
Basit duygulanımlarla sığ merhamet hikâyeleriyle aşk süsü verdikleri hovarda maceralarını anlatmayı marifet sayan bu neslin öncüleri olan Halit Ziya ile Mehmet Rauf”un Aşk-ı Memnu ile Eylül romanları dışında üslûp başarıları ortaya koyan eserleri yok gibidir. Bu romanların dilindeki yapaylık ve yabancılık o hale gelmiştir ki, zamanla kendileri veya yakınları tarafından bu romanlar çok geçmeden sadeleştirilerek yayınlanmak zorunda kalmıştır.
Servet-i Fünun romancılığının ahlâki zaaflar taşıdığı ve toplumu kötü yönde etkileyebileceği kaygısı daha başlangıçta, Tevfik Fikret tarafından dergide yazdığı yazılar ve arkadaşlarıyla yaptığı konuşmalarla ortaya konmuştur ama sosyal kaygı taşımayan Halit Ziya ile onun yörüngesindeki Mehmet Rauf bu kaygılara yabancıdır. Hüseyin Cahit’le birlikte topluma açılmayı deneyen bu akımın ciddi bir başarı göstermediği ve 10 yıl kadar süren heyecan dalgasının kısa zamanda dağıldığı görüldü.
Ömer Seyfeddin’in Milli Edebiyat adına Servet-i Fünun anlayışını eleştirmesiyle birlikte bazı tavırlarının gözden düştüğünü, ama bu telâkkinin Cumhuriyet döneminde yeniden hortladığını söyleyebiliriz. Toplumda Servet-i Fünun kahramanlarına özenerek yetişen nesillerin durumunu Peyami Safa pek çok romanında, özellikle Sözde Kızlar adlı eserinde çok sert biçimde eleştirmiştir.
Şiir dilinin yabancılaşması
Namık Kemal’in hitabeti andıran şiir dilindeki basitliğe tepkiyle oluşan Abdülhak Hamid’in şiir telakkisi ilgi görür. Onun tek kitaplık şiirleriyle piyeslerinin karmaşık ve sahneye uyarlanamayan garip dili, Servet-i Fünun anlayışının temelini oluşturmuştur. Recaizâde Ekrem’in bu şiir anlayışına övgüleriyle yetişen Mekteb-i Sultani talebelerinin yazdığı şiirler, bu hastalığın ve alafranga sanat telakkisinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Birinci Tanzimat nesline göre estetik kaygılarla eser veren İkinci Tanzimat nesline mensup olan Hamid’in yanı başındaki Recaizâde Ekrem’in karşısında Muallim Naci’nin dil zevki ve geleneği sürdüren sanat anlayışı, Ahmet Mithat Efendi’nin desteğine rağmen genç kuşaklar tarafından fazla benimsenmez. Hatta popülerlikleri bahane edilerek Ahmet Mithat Efendi ile Muallim Naci’nin küçümsendiği de söylenebilir. Bu alafrangalığı ilke edinen kolaycı tavırla taklit eğilimlerine kızan Ahmet Mithat Efendi, Servet-i Fünun anlayışını benimseyenleri “dekadan” diyerek eleştirir.
Bütünüyle II. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan Servet-i Fünun edebiyatının hikâye ve romanla şiirde sergilediği örneklerin estetik başarıları bir yana, batılı ve özellikle de Fransız şiir telakkisiyle büsbütün yabancı ve rahatsız bir psikolojiyi yansıttığı görülmektedir. Bu da Muallim Naci, Ahmet Mithat Efendi ve Ömer Seyfeddin’den başka o dönemde yaşayan kültür adamlarından kimseyi rahatsız etmez; sonraki edebiyat tarihçilerimiz de Recaizâde Ekrem gibi bu rahatsızlığı anlamlı bulur.
Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin’in öncülüğünde gelişen ve Fransa’daki Parnasyen akımın sanat anlayışını benimseyen Servet-i Fünun şiir dili, her bakımdan geleneksel şiirimizin dil, sentaks ve kültür dünyasından uzak bir züppeliği yansıtır. Şiir diliyle resim yapmaya çalışan bu iki şairin kültür çevrelerinde anlaşılmadan takdir edilmesinden ötürü, genç nesiller tarafından şuursuzca taklit edildiğini görüyoruz. Hatta Ahmet Haşim, Mehmet Âkif ve Yahya Kemal gibi çağdaş şiirimizin klasiklerinin bile gençlik dönemindeki şiir denemelerini Servet-i Fünun etkisiyle yazdıkları bilinir. Bu anlayışın bir hastalık sendromu gibi zaman zaman ortaya çıktığını ve bu kültürden beslenen aydınların şiiri olan İkinci Yeni anlayışını da açıkça yönlendirdiğini görüyoruz. Çağdaşlığın “batılılaşmak” sanıldığı gibi çağdaş sanatın da bir tür züppelik gibi algılanmasına bu dönemin yazar ve şairleri sebep olmuşlardır.
O dönemde yaşayanlarda siyasal baskının doğurduğu bazı psikolojik bozukluklar olduğu ve bunların da edebi eserlerde yansıdığı görüşüne hak vermemek mümkün değil.
Öte yandan, baskıcı yönetimin şiirde züppelik ve yabancılık sendromuna yol açtığı ve taklitçi bir edebiyata zemin hazırladığı görülür. Bu durumun nesir yazarlarında daha farklı ve bazen olumlu etkileri olduğu, birer romanları ve pek çok hikâyeleriyle tanınan, biraz önce adlarını zikrettiğimiz yazarların eserleriyle ortadadır.
Öte yandan, aynı baskıcı karakterdeki yönetim döneminde eser veren Halit Ziya ve Mehmet Rauf’un eserlerinde ise Tevfik Fikret ve Cenap Şehabettin’in şiirlerinde görülen rahatsız atmosfer aynen görülür. Bunların yanı başında, dil ve edebiyatımıza hizmetleriyle tanınan Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Naci’nin dinî ve millî kültürümüzü tercih ederek Sultan II. Abdülhamit’i anlamaya çalışmaları, onlar açısından ciddî bir okuyucu kaybına yol açmıştır, ama kültür geleneklerimizi de yaşatmıştır.
Ahmet Haşim, M. Âkif ve Yahya Kemal’i Servet-i Fünun yanlışlığına karşı uyaran elbette bu geleneklerden yola çıkan Ömer Seyfeddin’le eleştirileri olmuştur. O çağdaşlığı yerlilik olarak görür. İronik bir durum olarak da Abdülhamit yönetimini eleştirenler sonraki yıllarda hep o dönemi özlediler.
Kısacası, kültür hayatıyla edebiyatımızın bu çok önemli ve aslında çok da hareketli dönemini iyi anlamadan, etraflı araştırmalarla doğru değerlendirmeden belki de yerli ve güçlü bir kültür hareketi oluşturma imkânı da yoktur. Çünkü önceki dönemlerin hata ve sevapları doğru değerlendirilmeden yerli ve evrensel nitelikli, böylece çok güçlü bir tavır ortaya koymanın imkânı da yoktur.
MUSTAFA MİYASOĞLU
İlk yorum yapan siz olun